ANNEMİN YÜZME MADALYASI
Boğaziçi Kuşaklar Arası Yüzme
1926 yılında doğmuş olan annemin 1934 yılında Boğaz’ı geçtiğini belgeleyen bir madalya var elimde. Annem yıllar önce ben Boğaziçi yarışlarına heveslendiğimde, zamanıdır diye olsa gerek, madalyasını bana vermişti. Ben de Cumhuriyet’in ilanından 11 yıl sonra sekiz yaşında bir çocuğun, bana anlatıldığına göre Beylerbeyi’nden Ortaköy’e yüzüşünü belgeleyen bu madalyayı saklamıştım.
Annemin çocukluğu Ortaköy’de, bugün birinci Boğaz köprüsünün Ortaköy ayağının olduğu yerdeki büyük bir bahçede geçmiş. Bahçe bir zamanlar Osmanlı Hanedanı’ndan Fatma Sultan’ın uzun yıllardır boş duran yalısının bahçesiymiş. Dedem, anneannem ve tek çocukları olan annem konağın zamanında sandal /tekne işleriyle sorumlu olan görevlilerine ayrılmış ince uzun bir evde, kayıkhanenin hemen üstünde yaşıyorlarmış. Annem hayatının ilk sekiz yılını Ortaköy’de geçirmiş. Ölmeden önce de “ev” özlemi içinde, “eve gidelim” , derken Ortaköy’ü kastediyordu. Hayatının 73 yılını Ortaköy’ün ardından Ayaspaşa’da geçirmiş olmasına rağmen deniz kıyısındaki bahçesini, salıncağını, küçük havuzu ve kuzusunu hiç unutmadı annem.
Dedem denize tutkuyla bağlı kaldı hayatı boyunca. Hep kaptan olmak istediğini söylediğini de iyi hatırlıyorum. Ama kendi Elektrik Saatleri Atölyesi’nde uzman olarak çalışıyordu. Dedem işe giderken naylon torbada kıyafetleri ile kendini akıntıya bırakır, dalgalı bir deniz yüzüşü ardından iş yerine varırmış. Bizlere anlatılan öykü buydu. Ancak yüzyılın başında naylon torba olmadığına göre kıyafetlerinin nasıl kuru kalabildiğini bilemiyorum.
Annemin kendi anlatısıyla o zamandan bir kesit:
“Deniz mevsiminin geldiğini babamın kayıkhanede sandalı boyamasından, annemin ise kendi diktiği yelkenleri bir kez daha elden geçirmesinden anlardım. Yola çıkma vakti geldiğinde, sandala yiyecekler, giyecekler, bir de çadır yüklenir, küreklerin kayışları bir kez daha gözden geçirildikten sonra sandalın ipleri çözülür ve yelken açılırdı. Hedef Büyük Ada, Büyük Ada’nın Dildiye anılan ve bizim gittiğimiz yıllarda henüz bomboş olan bir arazisiydi. Gidiş genelde (poyraz estiğinden ) oldukça zahmetsiz olurdu. Dönüşte ise çoğu kez rüzgar elverişli olmadığından anne ve babamın zaten kürek çekmekten nasırlaşmış parmaklarının kanar hale geldiğini hatırlarım.
Bazen dostların da katıldığı bu kamp yaşamı 2 ya da 3 gün sürerdi.
Süresi daha kısa, ama aynı derecede ilginç başka bir sandal serüveni de çoğu kez pazar günleri gerçekleştirilirdi.
Bu kez yelkene de gerek yoktu. Önce sahilden biraz açılıp, Kilyos’ a ya da daha ilerilere yük taşıyan motörlerin gelmesi beklenilirdi. Onlar yaklaşınca motörlerden birine bizi çekebilmesi için uzunca bir ip atılır, iple motöre bağlanılır ve özgürlükle seçilen bu bağımlılığın keyfi çıkarılmaya çalışılırdı.
Altınkum sahiline yaklaşıldığında ise, Kilyos ya da daha ileriye gitmeyi amaçlayan motörü terk eder, kürek çekerek bütün bir günü geçirmeyi amaçladığımız sahile varırdık.
Daha kısa süreli Boğaz gezilerinin hedefi daha çok Bebek, ya da Kanlıca olurdu. Sandalla yapılan Bebek gezililerinin benim için taşıdığı önemin temelinde büyük olasılıkla bu gezilerde -kısa bir süre ,için de olsa- bana yüklenen bir görevden duyduğum gururun yatıyor olmasıydı.
Sandalla Bebeğe her gidişimizde, denizin sert, hırçın ve kürek çekerek karşı koyulamayan akıntısından olacak ‘akıntı Burnu’ adını taşıyan yerde , babam –hemen rıhtıma çıkar(atlar), yanına aldığı ve bir ucu sandala bağlı ipin yardımıyla sandalı çekerek akıntıya karşı koyardı. Bu arada dümeni kullandırarak yönetim gücünü bana vermekle, olumluma duygusunu yaşatırdı bana hep.”
Denizi bana sevdiren de dedemdi. Çocukluğumda Erdek’te sabahları 5’de beni kaldırıp “haydi balığa” dediğinde üşenip kalkmadığıma şimdi çok yanıyorum. Balık tutmayı sevdiğimden değil. Kayığı hazırlamanın, kovaları kayığa taşımanın, bir beygirlik motörle alacağımız yolun keyfini kaçırdığım için. Suda olmanın keyfinin iyi yüzüp yüzmemekle bağlantısı olduğunu düşünmedim hiç. Balıklama atlamanın zevkini çömleklemeden daha çok olduğunu da. Boğaz yarışlarına katılmak için hızlı yüzme zorunluluğunun gittikçe önem kazanması içten içe kızdırdı beni. “Total Immersion” da burada devreye girdi. Dedemlerin sandal sefaları gibi hem kararlı hem kendini akışa bırakan, özenli, var olmanın keyfi ile yapılan bir eyleme dönüştürdü yüzmeyi benim için. Betonlaşan İstanbul’da suda nefes almayı öğretti.
Anneme sekiz yaşındayken verilen madalyanın hangi kulüp ya da merci tarafından verildiğini bilmiyorum. Ama özellikle dedemin kızı ile çok gurur duyduğunu biliyorum. Annem hayatında işindeki başarısı nedeniyle pek çok madalya aldı ama ben kızı olarak nedense tek bunu severek sakladım. Belki de annem yaşlandıkça onu kızım gibi sevdiğim ve onun bu başarısıyla dedem gibi benim de gurur duyduğum için.
Ülker Sayın